Ortaçağ, felsefe ve bilimde İslâm dünyasında ilerlemeyi ifade ederken Batı dünyasında ise Ptolemaiosçu anlayışın Aristocu fizikle birleşerek, Hristiyan teolojik anlayışını bilimsel olarak destekleyen yan unsur haline geldiği bir dönemdi. Felsefe bu dönemde kurumsal din anlayışının bir destekçisi olarak Aristocu bilim anlayışıyla dinsel inancı temellendirirken, metafiziğin de doğrulanmasını sağlamıştı. Bu sistemin temelinde, İsa üzerinden inşa edilmiş kutsiyetin, dünyayı merkeze alan bir kozmolojik anlayışa ve her şeyin bu kabul üzerinden inşa edildiği bir sisteme dönüşmüştü. Ancak XVI. yüzyıldan itibaren matematik, coğrafya ve özellikle astronomideki gelişmeler, öncesindeki Tanrı’nın her şeyi insanlar için yaratmış olması ve dünyanın evrenin merkez konumda olduğu mükemmel ve değişmez olarak nitelendirilen ve tüm dini ve metafizik düşüncenin üzerine inşa edilen bilimsel anlayışın devrimsel olarak değişmesine neden olmuştu.[1] Bu bilimsel anlayışın değişmesinde ve Rönesans’ın başlamasında etkisi olan Aristoteles’in tercümelerinin, İslâm filozofları İbn Sînâ’nın (980-1037) ve İbn Rüşd’ün (1126-1198) şerhleriyle birlikte kendi düşüncelerinin de girmesi Batı’da hareketlenmelere sebep olmuştu.
Sicilya ve özellikle İspanya’da, Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler arasında özellikle sanatsal alanda temaslar kültürel alışverişle sonuçlanmıştı. İslâm bilimleri -başta tıp ve astronomi olmak üzere- Batı dünyasında uzun süre iz bıraktı. Ayrıca Müslümanlar, Antik Yunanlılar’ın miras bıraktığı, ancak Latin bilimince bilinmeyen felsefi ve bilimsel geleneklere sahipti. Bu etkileşim sonucunda skolastik felsefe içinde başlayan ilmin gelişmesi tetiklenmiş oldu. Böylece, Batı Hıristiyanlık dünyası dışarıda İslâm’ın rekabetiyle karşılaşırken içeride de birdenbire meydana gelen Batınî ya da dine aykırı düşüncelerin tehlikesi ile karşılaştı.[2] Tercüme faaliyetlerinin artmasıyla Arapça’dan Latince, İbranice ve Romans dilleri olarak bilinen mahallî dillere (Eski Fransızca-İtalyanca-Katalanca-Baskça-Kastilce) yapılan çeviriler sonunda, başta İbn Sînâ ve İbn Rüşd olmak üzere İslâm filozoflarının eserlerinin Batı’da tanınması yaklaşık on yüzyıldır entelektüel bakımdan derin uykuda bulunan Batı dünyasının uyanmasına neden olmuştu. Bu uyanış XIII. yüzyıl Rönesans’ı olarak adlandırılan dönemin de başlamasını sağlamıştır.[3] Mevcut statükoyu korumaya çalışan Katolik Kilisesi’nin tepkilerine karşı Aristoteles’in eserlerinin İbn Rüşd ve İbn Sînâ tarafından Batı’ya tanıtılması Ortaçağ düşüncesinde önemli gelişmelere neden oldu. Bundan etkilenenlerden birisi olan Thomas Aquinas Aristoteles’in görüşlerini Hıristiyanlık dininin ilkeleriyle uzlaştırmaya çalışmıştır.[4] İlk başlarda Latinler, İbn Sînâ’nın eserlerinin Aristo felsefesinin bir yorumu olduğunu sanıyorlardı, bunun sebebi Aristo’nun eserlerinden önce onun eserlerinin çevrilmiş olmasıydı. Fakat daha sonra Avrupalılar bunun böyle olmadığının farkına vardılar. Nitekim Ortaçağ düşüncesi uzmanı Etinne Gilson, eş-Şifâ’nın Latince’ye çevrilmesiyle ilgili olarak: “Latinler’den, İbn Sînâ’yı okuyan herkes, onun hitap tarzı karşısında çarpılmıştır” demektedir. İbn Sînâ’nın özellikle Thomas Aquinas üzerindeki etkisinin “çok derin ve uzun süre devam eden bir etki” olduğunu belirttikten sonra, “İbn Sînâ olmasaydı, şüphesiz ki biz, yine bir Thomas Aquinas’a sahip olacaktık ama bu, şimdiki Thomas olmayacaktı. İbn Sînâ ve İbn Rüşd’ü hesaba katmadan bir Hıristiyanlık ilahiyatı tarihinin mümkün olabileceği kabul edilemez” diye ekliyordu.[5]
Batı dünyasını büyülemiş olan İbn Sînâ’nın üslubu Batılı bilim adamları için bir model oluşturmuştu. Hatta onun üslubunu işaret etmek için per modum auctoris (yazar tarafından) ifadesi kullanılmıştır. Kendi görüşlerini anlatmaktan çok şerh ettiği kişinin görüşlerini aktardığı için İbn Rüşd’ün üslubu da per modum commentarri (yorumcu tarafından) olarak ifade edilmiştir. Etine Gilson’a göre Thomas, Aristo’nun eserlerini şerh ederken İbn Rüşd’ün üslubunu kullanacak, Albertus Magnus (Büyük Albert, 1200-1280) da bütün külliyatında İbn Sînâ’nın üslubunu tercih edecektir. Guillaume d’Auergne, Dominicus Gundissalinus, Roger Bacon gibi düşünürler de aynı üslubu benimsemekten geri durmayacaklardır. Hatta Roger Bacon, İbn Sînâ’yı taklit ederek bir “Latin eş-Şifâsı” yazmayı denemektedir. Bu sebeple Gilson, Latin âlemindeki bütün İbn Sînâ okuyucularının onun üslubuna hayran kalıp tutkuyla bağlandıklarını belirtir. İbn Rüşd’ün eserleri vefatından yirmi-yirmi beş yıl sonra Batı’ya intikal etmiş ve çok kısa sürede Paris ve Londra gibi Avrupa’nın kültür başkentlerindeki eğitim kurumlarının kürsülerinde tartışılmaya başlanılmıştır. 1232 yıllarına doğru İbn Rüşd’ün Oxford’da tanınmaya başlandığı görülüyor. İbn Rüşd’ü Batı’ya ilk tanıtan da efsanevi bir kişiliğe sahip olan Michel Scot olmuştur. Böylece XIII. yüzyılın başlarında Batı dünyası İbn Rüşd’ün Aristo’nun Mantık ve Fizik külliyatına yazdığı şerhlere sahip bulunuyordu. İbn Sînâ külliyatının Batı’ya yayılmaya başladığı günlerde üç etkili fikir akımından bahsedilmektedir:[6] Birincisi özellikle teoloji fakültelerinde hakim olan kutsal metne dayalı muhafazakâr yorumlarla yetinen, yenilikten kaçınan ve Platoncu eğilimleri ağır basan Augustinciliktir. İkincisi, yine Platoncu eğilimler taşımakla birlikte Doğu Gnostisizminden[7], İskenderiye felsefesinden ve özellikle de Denyse Aeropagite ve Jean Scot Erigen’in fikirlerinden etkilenenlerdi. Üçüncüsü ise Aristo ve İbn Sînâ’nın görüşlerini benimseyen Avicennistler[8] ve Averroistlerdi.[9]
İbn Sînâ ve İbn Rüşd’ün Batı’da yaratmış olduğu etki sonrasında Kilise’nin bin yılı aşkın bir süredir savunduğu bazı dogmalara karşı kuşkular baş göstermeye başladı. Bu sebeple 1210 yılında Kilise bu eserlerin okutulup yayılmasını yasaklayan bir karar aldı ve bu karar aynı yıl Paris’te toplanan konsil tarafından da onaylandı. Gerekçe olarak Aristo ve felsefesi etrafında oluşan Râfizîlik[10] hareketlerinden ve Endülüs’ten sızdığı anlaşılan monofizit (İsa’nın hem Tanrı hem de insan olarak bir tabiatta olduğuna inanan, Hıristiyanlık kolu) inançlar bildiriliyordu. Sıkı sıkıya yasaklama tedbirleri almakla da yetinmeyen Kilise bu fikirlerin çürütülmesi için de bir komisyon oluşturmuştu. Bu komisyon uzun çalışmalar sonrasında Aristo’nun psikoloji, fizik ve metafizik ile ilgili görüşlerinden bir kısmının okutulmasının uygun olacağına, bir bölümünün ise Hıristiyan akaidine aykırı olduğu gerekçesiyle okutulmamasının yerinde olacağına karar verdi. Fakat okutulmasına izin verilen bölümlerin çevirisinin İbn Rüşd şerhleriyle birlikte okutulup okutulmaması tartışması ortaya çıktı. Özellikle Kilise’ye karşı siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda büyük mücadele başlatmış olan İmparator II. Frederik’in Aristo’nun İbn Rüşd şerhlerini Latince’ye çevirtmek için hususi bir çaba sarf ettiği görülünce, başlangıçta İbn Rüşd’e ılımlı yaklaşan Kilise onun da okutulmaması için tedbirler almaya başladı.[11] Bu süreçte büyük bir kaynama ve kargaşa dönemi yaşanmaya başlıyordu. XIII. yüzyılın entelektüel dünyasına bakıldığında üniversitelerin bir kısmı Kilise’nin, bir kısmı da İmparatorların egemenlikleri altında tutulduğu görülür.[12] Dolayısıyla iki farklı kimlikte yetişen insanlar ortaya çıkıyordu. 1270 ve 1277 yıllarında genel olarak felsefe ve özel olarak da İbn Rüşdcülükle ilgili maddeler halinde yasaklama kararları yayımlandı.[13] XVIII. yüzyılda Avrupa’nın geldiği durumu gözlemleyen, bilim ve sanatın gelişmesini insan için olumsuz gelişmeler olarak değerlendiren J. J. Rousseau (1712-1778), İslâm filozoflarının Avrupa’ya olan etkisinin yanı sıra şunları da eklemektedir:
“Birkaç yüzyıl önce Avrupalılar mutlu bilgisizlikleri içinde erdemli yaşıyorlardı. Bu bölgede edebiyat sanatının yeniden dirilerek erdemsizliklerin türemesine Müslümanlar sebep oldu. Bizans’ın çökmesi Yunan sanatının kalıntılarını İtalya’ya göçtürdü. Yazma sanatını düşünme sanatı izledi. Avrupalıların mutsuz bilgiçlikleri, erdemsiz uygarlıkları da böylece başlamış oldu. Müslümanlar, Bizans’ı silip süpürmeseydiler Avrupa’da bir yenidendoğuş olmayacak, Avrupalılar da mutlu bilgisizlikleri içinde erdemli erdemli yaşayıp gideceklerdi.”[14]
[1] Ahmet Erhan Şekerci, “Aydınlanma ve Bilim: Bilimsel Zihnin Yeniden İnşası ve Dönüşümü”, Bilim Tarihi ve Felsefesi, ed.Ömer Bozkurt, Mardin 2016, s.358.
[2] Jacques Le Goff, a.g.m., s.42-43.
[3] Bekir Karlığa, “Doğu-Batı Düşüncelerinde On Üçüncü Yüzyıl Dönüşümü”, Doğu Batı-Ortaçağ Aydınlığı Özel Sayısı, sy.33, Ağustos-Eylül-Ekim 2005, Ankara 2014, s.165.
[4] Göze, a.g.e., s.89.
[5] Karlığa, a.g.m., s.165,167.
[6] Karlığa, a.g.m., s.166-168.
[7] Gnostisizm, MS. II. yüzyılda ortaya çıkan ve gnosis, yani Tanrı’ya ve insanın kaderine ilişkin bilgi olmadan, kurtuluşun olamayacağını savunan dini ve felsefi öğreti. bkz. Cevizci, a.g.e, s.195.
[8] Ortaçağ Avrupa’sına İbn Sînâ’nın eserlerinin girmesinden sonra ortaya çıkan akımın adı; İbn Sînâcılık.
[9] Ortaçağ Avrupa’sına İbn Rüşd’ün eserlerinin girmesinden sonra doğan akımın adı; İbn Rüşdcülük.
[10] Kelime anlamıyla “terketmek” demek olup, İslâm tarihinde kazandığı anlam ve muhtevayla, özel olarak Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer hakkındaki görüşlerinden dolayı Zeyd bin Ali Zeynelabidin’den ayrılan, genel olarak ise başta imamiyye olmak üzere hemen hemen bütün Şiî gruplarını içine alacak şekilde kullanılan bir kavramdır. bkz. Mustafa Öz, “RÂFİZÎLER”, TDV İslâm Ansiklopedisi, 2007, XXXIII, s.396-397.
[11] Karlığa, a.g.m., s.170.
[12] Çotuksöken, a.g.s., s.193.
[13] Maddeler için bkz. Karlığa, a.g.m., s.171-172.
[14] Hançerlioğlu, a.g.e., s.231.