ÖNSÖZ
Aydınlık mevsimi mi, yoksa karanlık mevsimi miydi; insanların umut baharı ya da umutsuzluk kışı mıydı? Mutluluk için insanlar aklını kullanmalı mıydı, yoksa mutsuzluk akılda mıydı? Dünya, insanın mı, kendisinin mi etrafında dönüyordu? İnsan, çağın ortasında karanlıkta mı kalmıştı; zaman gelip güneş, akıllarından başka hiçbir şeyi olmayan insanların üzerine doğacak ve onlar da zincirlerini kırarak özgür mü kalacaktı? Aydınlanma! İnsanın, karanlık dünyasını görmesini sağlayan, yakılan bir mum; yoksa canını yakan bir ateş miydi? İnsan ya aklı ya da kalbi mi seçmeliydi; insan, hem akla hem de kalbe sahip olamaz mıydı? İnsan, bu düalizmin uçlarında mı, var olmak zorundaydı. İdealleri uğruna hayatlar vakfedilen, baskılara göğüs gerilen, yakılarak can verilen bu aydınlanma neydi? İnsan, aklını kullanmaya cesaret etmek ve var olmak için, var değil miydi? İşte! Aydınlanma insanın kendisi olarak, küçük dünyasında nefes alması için açılan bir pencereydi. Ve insan, onun için açılan bu pencereye, ancak itaat zincirlerini kırmaya cesaret edebildiğinde ulaşabilmişti.
Özelde Avrupa genelde ise tüm dünya tarihi için önemli olan Aydınlanmacılık Hareketi’nin ortaya çıkışının, karanlık bir ortamda aniden yakılan bir mum ile gerçekleşen bir aydınlanma olmadığını, bunun XII. yüzyıldan itibaren katlanarak gelen değerlerin bir süreç sonunda meydana geldiği, yaşananların bir zincirin halkaları gibi birbiriyle bağlantılı olduğu, bu çalışmanın ana tezidir. Ortaçağ merkez değer yargılarının, Bilimin Yükselişi’yle birlikte oluşturulan yeni değerlerin merkez değer haline gelmesiyle, insanın kendisinde ve dünyasında aydınlanma gerçekleşmeye başlamıştır. Bu çalışmaya gereksinim duyulmasının sebebi, Aydınlanmacılık Hareketi’nin bir sebep-sonuç olarak ele alınması ve hâlâ devam ettiği iddiasının doğru olmamasıdır. Bu çalışmanın amacı, yaşanan bu süreçte değişen merkez değer yargılarının tespiti ve devinimin nasıl gerçekleştiğidir. Gerçekleşen bu devinim, çalışma esnasında oluşturulan “Toplumsal Devinimlerde Biraradalık Perspektifi”yle Avrupa’da Ortaçağ felsefesi, Aydınlanmacılık Hareketi’nin altyapısı ve ortaya çıkışı bölümleriyle aktarılmıştır.
Çalışmanın planlamasında, araştırılmasında, yürütülmesinde ve oluşumunda ilgi ve desteğini esirgemeyen, engin bilgi ve tecrübelerinden yararlandığım, yönlendirme ve bilgilendirmeleriyle çalışmama ve bizzat bana bilimsel metot kazandıran sayın hocam Öğr. Gör. Edip ÖNCÜ’ye sonsuz teşekkürlerimi sunarım.
Emrah BOZKURT
TRABZON, HAZİRAN 2018
İnsanın sorunu kendi sınırlarını evrenin de sınırları sanıyor olmasıdır…
Emrah BOZKURT
“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı,
hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku. Aydınlık mevsimiydi,
karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı.
Hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu,
hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana.
Sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki,
kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez,
sadece daha sözcüğü kullanılarak diğerleriyle
karşılaştırılabileceğini iddia ederdi.”[1]
Charles Dickens
GİRİŞ
Aydınlanma düşüncesinin gerçek doğası ve sınırlarının belli bir öğretide, aksiyom ya da teoride gösterilmesi mümkün değildir. Bu ancak şüphe edilip araştırılırken, değişim yaşanırken geçen süreçte görülebilir. Avrupa tarihinde belirli bir dönemi ve bu dönemde yaşanan bir hareketi betimlemesi bakımından “Aydınlanma” yerine “Aydınlanmacı” teriminin kullanılması daha uygun olacaktır. Çünkü Aydınlanma kavramı bütün zamanları kapsayan ve tüm konuları içine alacak şekilde genişletilebilir esnek yapıya sahip olmakla birlikte kendinde öznesini barındırmayan bir kavramdır. Oysa atıf, XVIII. yüzyıl Avrupası’na damgasını vurmuş toplumsal, kültürel, ekonomik, siyasi ve sanatsal bir hareketedir; belirli bir dönemi ve hareketi işaret etmektedir. Aydınlanmacılık kavramı toplum felsefesi çerçevesinde kullanılmakta olup aynı zamanda burjuvazinin, metafizik-teolojik dünya görüşünden kurtularak mekanik dünya görüşüne geçişin sağlandığı entelektüel ve toplumsal hareketleri betimleyen özgün felsefi ve ideolojik bir kavramdır. Bu bağlamda kavramın genel olarak Aydınlanmacılık, özel de ise Aydınlanma şeklinde kullanımı uygun olacaktır.
Aydınlanmacı döneme atfedilen düşüncelerin, yaklaşık XVI. yüzyıldan beri İngiltere’de yaygın olduğu savunulmaktadır. Aydınlanmacılığı Rönesans’a onu da XII. yüzyıla kadar geriye götürmek mümkündür.[2] Aydınlanmanın kökleri ise Antik düşünürlerin doğanın belli bir düzeni olduğunu kavrayarak bu düzenin temelinde akılsal bir ilke aradıkları döneme kadar uzatılabilir. Gerçekte ise Aydınlanma, felsefenin başlamasıyla birlikte başlamış ve varlığını sürekli devam ettirmiştir. Bu araştırmada Aydınlanmacı Hareket “Toplumsal Devinimlerde Biraradalık Perspektifi”yle[3] XII. yüzyıl tercümeleri ile Avrupa’ya Aristoteles felsefesinin girişinden itibaren Rönesans, Reform, Bilimin Yükselişi ve hareketin ortaya çıkışına kadar olan süreç içerisinde ele alınmıştır.
SONUÇ
İnsanlık tarihinin en eski kavramlarından biri olan din ile modernleşmenin ana kaynağı olan Aydınlanmacılık Hareketi arasındaki mücadele, Avrupa’nın günümüzde ulaştığı medeniyeti sağlamıştır. Bu çalışmada Avrupa’nın felsefi, ahlâki, sosyal, siyasi ve entelektüel bir dönüşüme girerek Ortaçağ’dan Modern Çağlara geçişi “Toplumsal Devinimlerde Biraradalık Perspektifi”yle aktarılmıştır. Bu perspektif bağlamında Avrupa’da Aydınlanmacılığın ilk adımları XII. yüzyılda Aristoteles’in tercümelerinin İbn Sînâ ve İbn Rüşd aracılığıyla Avrupa’ya girmesi ve Ortaçağ insanını etkilemesiyle başlamıştır. Karanlık Çağlar olarak tasvir edilen Ortaçağ’da VI., VII. ve VIII. (hatta IX. ve X.) yüzyıllarda Kilise’nin inancına etkisi büyük olan Aziz Aurelius Augustinus’un (MS 354-340) görüşlerinden oluşan kaderci ve mutlak itaate dayalı bir Skolastik düşünce hâkimdi. Ortaçağ’da bireyin toplumdaki yeri Tanrı’nın isteğine göre açıklanırken, sosyal düzen bireyin bağlı olduğu değişmez bir düzen tasavvuruyla güven altına alınmıştı. Birey topluma ondan daha mükemmelini düşünemeyecek şekilde katılırdı. Ortaçağ’da bireysellik Kilise’nin çatısı altında bir bütünün parçası olarak mevcuttu. Bu süreçte birey Kilise otoritesi ve laik otorite arasında iki parçalı bir bütün halindeydi. İnsanı sosyal ve siyasal bir varlık olarak değerlendiren Thomas Aquinas’ın önce Platon ve Aristoteles’in felsefesini birleştirerek sonrada bunu Hıristiyanlık öğretileriyle harmanlama girişimi Ortaçağ’ı Rönesans’a bağlayan köprülerden biri olmuştu. XIV. yüzyılın sonunda hümanizma, insanı kendi kendini belirleyen, sonuçta özgür olan bir süje hâline getirmiştir. Tercümelerin etkisiyle başlayan ve daha sonra İstanbul’un Türkler tarafından fethiyle birlikte orada bulunan bilginlerin İtalya’ya göç etmesi ve beraberlerinde getirdikleri entelektüel birikimin etkisi Avrupa insanının yeniden doğuşunu tetiklemiştir. Ortaçağ’ın sonları Rönesans’ın başlarında simya ile iç içe olan bilim artık deneyime dayanan teknik bilgiyle ayrılmaya başlamış ve bilim, simya karşısında alternatif olarak yerini almaya hazır hale gelmişti. Ortaçağ boyunca Batı kültüründeki egemen figürler azizler, doktorlar, üniversite hocaları, askerler, zanaatkârlar ve büyücülerdi. Sonra bunlara hümanistler ve saray mensupları da katıldı. XVI. yüzyılda bunlara yenileri eklendi: teknisyenler ve doğa filozofları. Önceleri aşağılanan bu zümre bilimin gelişimiyle övülmeye başlamıştı. Hümanistler, Antik Yunan eserlerinden yaptıkları tercümelerde teknik alana daha fazla ağırlık vermeye başlayarak, teknik gelişmeye destek oldular.
Rönesans, toplumun ve kişiliğin, Hıristiyan holizmiyle bağını kopardı. Kilise gelişen yeni düşünce akımlarına karşı önce düşüncelerin çürütülmesini denedi, fakat bunda muvaffak olamayacağını anladığı zaman yasaklamalara ve gayet ikna edici olan engizisyonla baskılara başladı. Üniversitelerde okutulmaması başta olmak üzere İbn Sînâ (980-1037), İbn Rüşd (1126-1198) eserleri, ilk olarak bölüm bölüm sonra tamamıyla yasaklandı. Yasaklamalara rağmen Kilise ve krallıklar arasında yaşanan mücadele bu hareketlerin krallar tarafından desteklenmesiyle hız kazandı. İbn Sînâ ve İbn Rüşd’ün tercümeleri ve şerhleri başlangıçta Aristoteles’in eserleri sanılmıştı, bunun öyle olmadığı anlaşıldığında ise Rönesans ile gelişen entelektüel yapı özellikle hümanistler doğrudan Aristoteles’in tercümelerini yapmaya başlamışlardı. İtalyan Rönesansı’nın özgürlük düşünceleri hızla yayılmaya başlamıştı ve Kilise artık eskisi kadar otoritesini koruyamıyordu. Bu süreçte Martin Luther’in (1483-1546) Kilise uygulamalarına karşı gösterdiği protestoyla başlayan Reform Hareketi, Kilise’nin otoritesini derinden sarsmıştı. Bu hareketin sonucunda Protestanlık mezhebi Avrupa’daki dini otoritenin önce ikiye sonrasında da daha fazla parçalara bölünmesine sebep oldu. Bölünen dini otorite artık dünyevi otorite karşısında zayıflığını kabul etmeye başlamıştı. Luther’in kendi tabiriyle Ortaçağ’a hâkim olan biri Kilise’de diğeri ise dünyevi otorite de bulunan “iki kılıç otoritesinin” Kilise’ye ait olanını almıştı. Bu gelişmelerle birlikte dünyevi otorite de bir taraftan birliğini sağlayarak feodal yapıları yavaş yavaş ortadan kaldırarak gücünü arttırıyordu. Bu süreçte asıl olarak Kilise’nin otoritesini yerle bir eden şey “Bilimin Yükselişi” olmuştu. Fakat ayrılan Kiliselerden Katolik olanı hâlâ diğerine göre otoritesini belli bir ölçüde korumaktaydı. Bunun sebebi ise, Protestan hareketin kendi bulunduğu ülkelerde Hıristiyanlığın toplumu kontrol altında tutuğu ritüellerin birçoğunu kaldırmış olmasıydı. Katolik Kilisesi ise bunu korumaya devam ediyordu. Bu sebeple Bilimin Yükselişi özellikle Protestan ülkelerde gerçekleşmiştir. Avrupa bir taraftan Tanrıyı merkeze alan ikiye ayrılmış dini otorite diğer taraftan herhangi bir baskı altına alınmak istemeyen Makyavelist eğilimler gösteren dünyevi otorite, öteki taraftan her ikisinden de bağımsız olmak isteyen, “insan her şeyin ölçüsüdür” diyen ve insanı merkeze alan hümanist düşünceyle çalkalanmaktaydı. Kuzey Rönesansı’yla daha da hızlanan hümanist hareket, giderek güçlenmeye ve topluma etki etmeye başlamıştı. Hümanist hareket bireyi merkeze alan yeni siyasal-toplumsal sistemler kurguluyor ve bunun gerçekleşmesi için mücadele ediyordu. Bu entelektüel bir hareket olmasına rağmen toplumun eğilimiyle siyasal yapıda değişmeler az da olsa görülüyordu. Fakat, oluşturdukları sistemlerin tamamıyla uygulanmasının mümkün olmadığının farkında olan hümanistler eserlerine bu sebeple düzenin değişimini umut ederek “ütopya” isimleri veriyorlardı. Avrupa bu süreçte yeni coğrafyalar keşfetmeye başlamıştı; bu coğrafyaların zenginlikleri Avrupa’ya akarken aynı zamanda da yeni düşünsel problemleri de beraberinde getiriyordu. O zamana kadar kendisini “efendi” gören ve farklılıklardan haberdar olmayan, dünyanın sadece kendisinin gördüğü kadarından ibaret olduğunu zanneden Avrupa insanında, bir hayal kırıklığı oluşmuştu. Amerika’nın keşfi sonrası orada bulunan insanların farklılıkları ve medeniyetleri dini alanda da yeni soruları beraberinde getirdi ve bu durum Kilise’nin bunlara cevap verememesiyle sonuçlandı.
XVI. yüzyıl ile XVIII. yüzyıl arasında, başta astronomi, fizik, kimya ve biyoloji olmakla birlikte birçok bilim dalında yükselme olmuş ve Antik Yunan’dan gelerek bütün Ortaçağ boyunca korunan klasik düşüncelerin yerine yenilerinin gelmesiyle köklü bir değişim gerçekleşmiştir. Bilim alanındaki keşifler ve ilerlemeler doğa yasalarını anlamada ve bunları kendi yararına kullanmada, insana yeni imkânlar sağladı. İnsanın akla güveni arttı. Doğanın bilgisine sahip olması insana doğaya hâkim olabileceği düşüncesini de getirdi. Daha sonraları bu hâkim olma düşüncesi, insan ve toplum yasalarını öğrenerek onlara da hâkim olabilme potansiyelini doğurdu. Bu yüzyıllarda hukuk, Tanrı ile ilişkisini kesmiş, siyaset ise teoloji ile bağlarını koparmaya başlamıştı. Bu gelişmeler doğal hukuk anlayışını da tanrısal kökünden kopardı. Kapitalizmin gelişmesi diğer yaşanan gelişmeleri de kolaylaştırdı, doğal hukuk anlayışı da kapitalizme teorik dayanak oluşturdu. Avrupa’ya hâkim olan dini dogma asıl olarak bu gelişmelerle çürütülmeye başlamıştı. Bu denli köklü kırılmaların yaşanmasının en temel sebebi, perspektifimizde belirttiğimiz gibi mevcut statükoyu oluşturan değerlerin tutarlılığını yitirmesi olmuştu. Bilimsel gelişmeyle elde edilen yeni bilgilere Kilise cevap veremiyor ve Hıristiyanlık dini içerisinde eritemiyordu. Dolayısıyla Kilise’ye ve dine olan güven ve inanç kırılmaya başladı. İnsan ve toplumda doğan bu boşluk ise, daha tutarlı yeni ve insan aklını merkeze alan değerlerle doldurulmaya başlandı. Bu süreçte yaşanan Reformun getirdiği çatışma, savaş ve kaos ortamı insanların sekülerleşmesine olanak sağladı. Başka bir taraftan eski statüko ile bilimsel zihniyetin yeniden inşa etmeye başladığı yeni düzen arasındaki çatışmalar, eski-yeni ortak bir zemin oluşturma çabasını da doğurmuştu. Bu biraradalık durumu bilimsel veriler ışığında dinin yeniden yorumlanmasını, dini ve seküler yapıların bir arada olduğu laik yönetim şekillerinin kurulmasını, doğayı ve bilimi esas alan ahlâk anlayışını ortaya çıkartmıştı. Francis Bacon ile başlayan ve modernlik ruhuna hâkim bilimin sistemleştirilme çabası ve Nicolaus Copernicus sistemiyle devam eden güneş merkezli yeni evren teorileri Johannes Kepler ve Galileo Galilei ile hız kazanmış, Kilise’nin çürütemeyeceği ve çürütemediğinden dolayı sert tedbirlerini ve baskılarını arttırdığı bir sürece girilmişti. Fakat, sabit dini dogma değer yargılarının karşısında sürekli hareketli olan bilimin sistematik olarak dur durak bilmeden gelişmesinde, Aydınlanmacılık Hareketi’nin ortaya çıktığını gözler önüne seren gelişimin merkezinde René Descartes ve Kartezyen felsefenin Avrupa’da hızlı bir biçimde yayılması ve ona olan ilginin giderek artması vardı. Kartezyen felsefenin en büyük silahı kuşkuculuktu; Avrupa’da bulunan dini statükoya karşı Descartes’la birlikte kuşkuculuk yayılıyor ve şüpheye düşen insanlara çıkış olarak tek meşru zemin olan akıl gösteriliyordu. Yeni evren modelleri insanın efendilik tahtını da sarsmıştı. Artık Tanrı’nın her şeyi insan için yaratmış olduğu anlayışı yerine başka gezegenlerde Tanrı’nın yaratmış olduğu başka varlıklar hatta insandan daha üstün varlıklar da olabilirdi anlayışı yerleşmeye başladı. Böylece bir tarafta çürümeye duran Kilise’nin dini dogması, diğer tarafta aklı merkeze alan ve sistematik yapı olarak sunulan yeni felsefenin mücadelesi başlamıştı. Descartes’ın Kartezyen felsefesiyle birlikte ortaya çıkan mekanikçi sistem artık Kilise’nin mecburi olarak gördüğü birçok değerin mecburi olmadığını göstermeye başladı. Metafizik değerler yavaş yavaş Avrupa düşünce hayatından çıkarılıyordu. Çıkarılamadığı yerlerde bu değerler mekanikçi sisteme uyarlanmaya çalışılıyordu. “Düşünüyorum, o halde varım” diyen Descartes ile Aydınlanmacı Hareketi, Avrupa’daki düşünsel kırılmayı becermişti. Bütünüyle dini dogmaya dayanan merkezi değer yargıları, sadece tek dogması akıl olan yeni değer yargılarıyla sancılı bir şekilde yer değiştiriyordu. Mekanikçi yapıya karşı çıkan Isaac Newton ise, Descartes’in özellikle fizikteki ve astronomideki teorilerini bir bir çürütüyordu. Fakat, yeni değer yargılarının merkezinde olan akıl hiçbir zaman çürütülemedi. Avrupa insanının mutlak olarak değer yargısı artık akıldı; Avrupalı artık bütün her şeyini ona olan sağlam güveniyle düzenliyor ve ona danışarak hareket ediyordu. Ortaçağ’a hâkim olan feodal yapıyı temsil eden metafizik-teolojik dünya görüşü yerini Modern Çağlara hâkim olan burjuvaziyi temsil eden akıl merkezli mekanik dünya görüşüne bırakmıştı. Artık Aydınlanmacılar tarafından birey, aile ve toplum baskılarından kurtulan bağımsız bir varlık gibi görülmeye başlandı; ve akla dayalı olarak oluşturulan pozitif yazılı hukuk kuralları tarafından korunmaya başlandı.
Aydınlanmacılık Hareketi XII. yüzyıldan itibaren katlanarak gelen bilimsel bilgi, metafizik gelişmeler ve teknik bilgi birikiminin sonucunda modern felsefenin kurucusu olan ve merkez değer yargılarının köklü bir biçimde değişmesinde zirveyi temsil eden Descartes ile birlikte ortaya çıkmıştı. Her ne kadar kendi döneminde ve sonrasında onun felsefesi çürütülmeye çalışılmışsa da onun tek dogması olan akıl, Aydınlanmacılık Hareketi’nin sürükleyicisi olmuş ve aydınlanmanın sürekli gerçekleşebilmesi için aktif tutulmaya çalışılmıştır. Avrupa’da XVIII. yüzyılda hareketin gelişme göstermesiyle birlikte fikri mücadeleler daha da artmış ve bu çatışma ortamından yeni fikirler, sistemler çıkmıştır. Aydınlanmacılık Hareketi’nin gelişim gösterdiği dönemde Immanuel Kant önemli bir yer tutar. O, Aydınlanmacığın ne olduğunu en iyi tanımlayan filozoflardan biri olmuştur. Kant’a göre, Aydınlanmacılık Hareketi, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu ergin olmama durumundan kurtulmadır. Bu kurtulmanın nasıl olacağına da değinen Kant, insanların aklını kullanmaya cesaret etmesini istemektedir. Aklını kullanan insan onu zihnen bağlayan zincirlerinden kurtulacak ve körü körüne itaat ettiği şeylerin farkına vararak bunlardan vazgeçecektir. Bu vazgeçiş durumu, kırılmada zirveyi temsil eden Descartes’la birlikte mevcut tutarsız hale gelen dini dogmanın yerine daha tutarlı olan yeni felsefesinin geçişinde görülmüştür. “Toplumsal Devinimlerde Biraradalık Perspektifi”yle vurgulanan döngüsel yapı, toplumların ancak bir dogma ile var olabileceği gerçeğini göz önünde tutarak, her dogmanın beraberinde o dogmayı yıkacağı hareketi taşıması gerçeğine dayandırılmıştır. Bu devinim gerçekleşmesinde etkin olan unsur ise tutarlılıktır. Mevcut dogma tutarsızlaşmaya başladığında biraradalığında bulunan aktif hareketler tutarlı hale gelir ve o hareketler arasında daha tutarlı olanı toplumun gerçekliğini oluşturur. Dolayısıyla yeni tutarlı olan hareketin değerleri, toplumda hâkim paradigmayı oluşturur. Fakat, toplum her zaman tutarlı olan yeniyi kendisine yeni dogma olarak statik hale getirir; hareketliliğini yitirir bununla birlikte, onun biraradalığında gelen yeni hareket, bu döngüsel işlevi tekrar gerçekleştirir. İnsanlık tarihi bize bu gerçeğin bir sosyal kanun olduğunu gösterir. Avrupa’da Aydınlanmacılık Hareketi’yle gerçekleşen şey de bu sosyal kanunun bir yansımasıdır. Eski dogmanın yerini alan ve zirveye çıkan akıl merkezli değer yargılarından oluşan paradigma, yani modernizm yavaş yavaş hareketliliğini yitirerek yeni dogma olarak Avrupa’ya hâkim olmuştur. Avrupa bu devinim sürecini yaşarken düşüncelerin mi siyaseti hareketleri tetiklediği, yoksa siyasetin mi düşünceleri etkilediği sorusu; tavuk mu yumurtadan çıkar yoksa yumurta mı tavuktan çıkar sorusunda olduğu gibi belirsizdir. “Bir şey mükemmelliğinde ne kadar asil ise, çürümesinde de o kadar çok çirkindir.” Bu İbrani sözünde vurgulandığı gibi Aydınlanmanın durağanlaşması ve kötüye kullanılışı, ahlâk duygusunu zayıflattı, katılığa, bencilliğe, inançsızlığa ve anarşiye sürükledi. Onunla oluşan kültürün kötüye kullanımı ise, lüksü, şatafatı, zayıflığı, batıl inancı ve köleliği yarattı. XX. yüzyılda yaşanan iki büyük dünya savaşı, terör, soykırım vb. hadiseler bunları ispatlamaktadır; zirveye çıkan bir salt akılcılığın düşüşü de hazin olmuştur.
[1] Charles Dickens, İki Şehrin Hikayesi, çev.Esen Rüzgar, Ankara 2012, s.5.
[2] Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi, çev.Ahmet Fethi, İstanbul 2017, s.16-29.
[3] Mevcut araştırma esnasında oluşturmuş olduğumuz perspektif.