İtalyan Rönesansı

            Haçlılar Doğu’ya dinleri uğruna saldırmışlardı ancak dinlerini temelden sarsacak bilgilerle geriye döndüler. Bizans’ın kanatları altında düşünce geleneğini yüzyıllardır devam ettiren Yunan yarımadasına gelenler, dinlerine birilerini katmaktan çok kendi kafalarını karıştırdılar. Hançerlioğlu’nun ifadesiyle, “İsa’ya yeni kuzular toplamaya gidenler, Yunan yarımadasında mitolojik boğaların sırtlarına binmek zorunda kaldılar”. Bizans Kilisesi de Katolik Kilisesi’yle barışmak için Floransa’ya sürekli olarak bilginler gönderiyordu. Barışma hedefine ulaşılamasa da bu temaslar İtalya’nın gözünün açılmasına neden oldu. İstanbul’un Türkler’in eline geçmesiyle İtalya’ya doğru göç başladı. Edebiyat, sanat, felsefe ve eski Yunan’ın bütün zenginlikleri İtalya’ya akıyordu. Siyaset felsefesinin de diğerlerine göre erkenden gelişiyor olmasının sebebi İtalya’nın devletçiklerinin ve yöneten-yönetilenin birbiriyle sürekli bir mücadele halinde olmasıdır. Bunun yanında yeni-Platoncular, Araplar ve Skolastikler, Platon’un ve Aristoteles’in metafiziğine tutkulu bir ilgi gösterdiler, ama siyasal yazılarıyla hiç ilgilenmediler; çünkü şehir devletleri çağının siyasal sistemleri tamamen ortadan kalkmıştı. İtalya’da şehir devletlerinin gelişmesi, öğrenmenin canlanmasıyla örtüştü ve hümanistlerin, cumhuriyetçi Yunanlıların ve Romalıların siyasal teorilerinden yararlanmalarını olanaklı kıldı. Özgürlük aşkı ile denge ve denetim teorisi Antikçağ’dan Rönesans’a geldi.[1] Bu sebeple Batı’nın ilk yeniden doğuşu İtalya’da meydana gelmiş sonra yarımadanın geri kalan kısmını etkilemiştir. Homeros, İsa’yı yenmişti; Dante, Petrarca, Boccacio yeniden dirilmiş eski Yunanlı gibiydiler. Kilise’nin kardinalleri bile artık skolastik dilden tiksinir hale gelmişti, eski Yunan edebiyatına tapar haldeydiler. Fransız tarihçisi Michelet’in konuyla ilgili tespiti dikkat çekicidir: “Her şey XII. yüzyılda bitmişti, eğer olaylar doğal gidişlerini kovalasaydılar yeniden doğuş XII. yüzyılda başlayacaktı. İlkçağ, ahmak kişileri olan bir çağdı. Ortaçağ, akılsızlar çağıdır. Oysa bulada, skolastik yeterlikten ve kelimelere tapmaktan doğan modern bir yaratıktır. XII. yüzyılda gömülen Ortaçağ’ın bıraktığı boşluk bu budalaları yetiştirdi. İşte yeniden doğuşu üç yüzyıl geciktiren neden.”[2] XIV. yüzyılın sonlarına doğru, bu buhranın içerisinden kendisini özne olarak gören yeniçağın insanı doğacaktı. Ancak Russell, Rönesans’ın siyasal ortamının bireysel gelişmeye elverişli ama istikrarsız olduğunu, tıpkı antik Yunan’da olduğu gibi istikrarsızlığın ve bireyselliğin yakından ilişkili olması gibi olduğunu belirtir.[3] İstikrarsız ve az sayıdaki entelektüelle bilim de gittikçe denemelere yönelmeye başlamıştı.[4]

            XV. yüzyıldaki Floransa atölyeleri el emeğiyle teoriyi kaynaştırmıştı. Bazı atölyeler gerçek sanayi laboratuvarları haline gelerek ressamları, heykeltıraşları, mühendisleri, teknisyenleri ve makine tasarımcılarıyla imalatçılarını içlerine aldılar. Çıraklar bir yandan anatomi, optik, geometri ve perspektif eğitimi alırken, diğer yandan renkleri karıştırmayı, taşları kesmeyi, bronz dökümünü, resim ve heykel yapmayı öğreniyorlardı. Okumamış insanın eğitimi, Eukleides ve Arkhimedes’ten yararlanan klasik bilimin kimi kısımlarını içeren çeşitli kaynaklara dayalı, pratik bir eğitimdi. Bilgisi ampiriğe dayanan Leonardo da Vinci (1452-1519) de tam olarak böyle bir ortamda yetişmişti.[5] Bir ressam, mühendis, makine tasarımcısı ve imalatçısı, “okumamış” bir adam ve filozof olan Leonardo, mekanik ve özgür sanatlar, pratik ve teori, el emeği ile entelektüel emek arasındaki geleneksel ayrıma bir köprü olan çok yetenekli insanın modern sembolü haline gelmiştir. Leonardo’nun araştırmaları, şaşırtıcı sezgiler ve parlak görüşler açısından zengin olmalarına rağmen, asla meraktan yapılan deneyler olmanın ötesine geçmemiştir. Bu nedenle modern bilimin temel özelliği olan sistematik bir karakter kazanamamıştır. Bu dönemin bilim yapısı tıpkı Leonardo’da olduğu gibi sistematik olmayan bir yapıdır. Ancak bilim anlayışı doğaya yöneliktir. Leonardo’nun görünen her şeyi resmetmek gibi bir merakı vardı; kaya, bitki, hayvan, bulut, hava ve su hareketlerini konu alan çizimlerinin çoğu, yaşayan doğayla ilgili bilimsel bilgileri ortaya çıkarmak içindi. O yöntemsel çalışan sistematik bir gözlemciydi ve yaklaşımı gözün zihinden, gerçek dünyayı dikkatle gözlemlemenin bu konudaki kitap ve tezleri okumaktan daha üstün olduğuydu.[6]


[1] Russell, a.g.e., s.38-39.

[2] Hançerlioğlu, a.g.e., s.167.

[3] Russell, a.g.e., s.29.

[4] Hançerlioğlu, a.g.e., s.169.

[5] Rossi, a.g.e., s.39.

[6] Rossi, a.g.e., s.39-42,53.


Merhaba beni Youtube kanalımdan takip etmeyi unutmayın: Emrah Bozkurt Youtube

İlginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir