Ortaya Çıkışından XX. Yüzyıla Kadar; Mücadelesi ve Paradigmaları
XV. ve XVI. yüzyıllarda bilinen dünyanın ticaret yollarına Müslümanların hakim olması Avrupalıları zor durumda bırakmaktaydı. Aynı dönemlerde deniz yolculuğu için kullanılan araçların geliştirilmesi ve kilisenin dünya bir tepsidir, uzun mesafe deniz yolculuğunun yapılamayacağı iddiasına karşı yuvarlak olduğunun ortaya atılması ve akabinde korsan ve macera severleri deniz aşırı yolcululara, yeni ticaret yolları bulmaya itmiştir. Nitekim buldukları yeni kıtaların zenginliklerini kendi ülkelerine taşımaya ve o bölgelerde kolonileşmeye başlamışlardır. Bu koloniler, merkezi Avrupa’da olan dünyaya yayılmış imparatorluklar haline dönüştü. XVI. yüzyılda ekonomik bir teori olan merkantilizm’in uygulanması da Avrupa’nın refahını yükseltmişti.
İtalya şehir devletlerinin ticaretle uğraşması ve oranın diğer bölgelere göre daha refah durumda olması fikirsel düşüncelerin aktifliğini sağlamıştı. Rönesans’ın ortaya çıkışı da aynı bölgede meydana gelmişti, bu fikirsel hareketleri, ticaretten zenginleşen burjuva sınıfı içerisindeki sanat sever Mesen grubunun desteklemesi ile sanatla birlikte fikirsel gelişme kendisine taban bulmuştu. Avrupa’nın İtalya dışında kalan bölgelerinde kapalı ekonomi olarak tabir edilen feodalite sistemi aktif olarak devam etmekteydi. Feodal beylerin, Kralların zayıf otoritelerinden yararlanarak kendilerine oluşturdukları bu sistemde, kendilerine ait şatolarda çalıştırdıkları serfler üzerinden yürütmekteydiler. Bu dönemin özelliği, üretimin toprağa bağlı yani tarımsal olmasıydı ve feodal beylerin artı değere el koymalarıydı. Tüm zenginliğin topraktan kaynaklandığına inanan fizyokratlar[1] da aslında kapitalistti.[2]
Burjuvalar, feodal sistemi yıkmayı başarmışlardı, aslında tamamıyla kendilerine toplumda statü edinme aşamasında bunu becermişlerdi. Otoritelerini tekrar kurmaya çalışan kralların yanında, onlara destek olarak feodal beylere karşı mücadeleye giriştiler. Burjuva bunu daha sonra cumhuriyetçilerin yanında yer alarak krallara karşıda uygulamıştır. Bu şekilde hareket etmesinin asıl sebebi otorite altında, devletin ekonomiye müdahalesi durumunda amaçladığı zenginliğe sahip olamayacağı, toplumda ki statüsünün ve talep ettiği hakların tanınması gerçeğidir. Fakat kapitalizm sistemi devletle özdeşleştiğinde, devlet olduğunda başarılı olabilir.[3] Burada burjuvanın mücadele ettiği mutlak otoritedir; bu yüzden 1215 Magna Carta ile başlayan liberalleşme yani anayasa ile mutlak otorite olan kralın yetkilerinin sınırlandırılması gibi hareketler meydana gelmiştir. Magna Carta, demokrasi olarak da değerlendirilmektedir ancak biz buna katılmamaktayız. O sadece burjuvanın verdiği vergilerin karşılığında hak talep etmesi ve verilen vergilerin nerelere harcandığının hesabını istemesinin talebi olarak değerlendiriyoruz.
Rönesans ile yeşeren yeni fikir akımları peşinden reform hareketini getirdi. Bu dönemde toprak üzerinde ne kadar feodal beylerin hakimiyetinden bahsediyor olsak da dönemin topraklarının yaklaşık 4/3’i kilisenin elindeydi. Kilise, çeşitli uygulamalarıyla toplumu sömürmekteydi. Bu inançlara ve kilisenin toplum üzerindeki sömürüsüne karşı Martin Luther’in başlattığı reform hareketi Katolik mezhebinin karşında Protestanlık mezhebini oluşturdu. Protestanlık ile dinde yapılan yeniliklerden sonra özellikle Calvinist kollarının özelliklerinden dolayı Max Weber, kapitalizmin Protestanlığın daha doğrusu püritenliğin ürünü olduğunu dile getirmiştir.[4]
İngiltere ve Fransa arasında yaşanan Yedi Yıl Savaşlarının ardından, İngiltere galip çıkmıştı ancak ekonomik olarak yıpranmıştı. İngiltere’nin bu ekonomik bunalımını Amerika’daki kolonilerden çıkartmaya çalışması neticesinde Amerika’da bulunan on üç koloni de huzursuzluk meydana getirmişti. 1774’te isyan eden bu koloniler Amerikan bağımsızlık savaşını ve 1776’da ise bağımsızlığını ilan etmişti. Bu bağımsızlık mücadelesi ve bu esnada yayınlanan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, Fransız Devrimini de etkilemiştir. Bu dönemde ortaya atılan fikirler toplumu ciddi derecede etkilemişti ve Fransa’da üçüncü sınıf[5] olarak nitelendirilen halk bütün yükün kendisinde olduğunu, her şeyin kendileri olduğunu ancak hiçbir haktan yararlanamadığını ileri sürerek bir devrim hareketine başlamıştı. Bu kitlede başı çekenler ise feodal sistemde kralın yanında olan şimdi ise krala karşı cumhuriyetçilerin yanında yer alan burjuvaziydi. Gerçekte Fransız Devrimi, halk devrimi değil burjuva devrimiydi. Neticede Fransız Devrimi sonrasında gelişen yeni fikir akımları iktisadi alanda da liberal ekonomi düşüncesini, siyasi alanda ise nasyonalizmi getirmişti. Devrim sırasında ilan edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ulusalcılığı da kapsamaktaydı. Devrim esnasında ulusalcılar amaçlarının özgürlük için zulme karşı mücadele olduğunu vurgulamışlar ve bu sayede ulusalcılar yurtsever bir özelliğe sahip olmuşlardır. Ulusalcı anlayış ve liberalizm, mücadelelerini feodalizm ve kiliseye karşı yapmışlardır. Ulusalcılar feodalizm altında ezilen insanların özgürlüğe kavuşmalarını ve bir ulus olarak kendi kendilerini yönetebilmelerini sağlamayı bir görev olarak bilmişlerdir. Bu durum devrim savaşlarının ve Napolyon’un yayılmacılığının gerekçesi olmuştur. Napolyon savaşları tüm Avrupa’da ulusal siyaset anlayışını yaymıştır. Nasyonalizm’in oluşmasında burjuva sınıfının önemli bir rolü vardır. Kiliseye ve onun düşüncelerine karşı verilen mücadelelerde tanrısal egemenlik anlayışı ve ayrıcalıklı ilişkiler ortadan kaldırılınca; kilise, mutlak monarşi, aristokrasi siyasal güç olmaktan çıkmışlardır. Bu tarihsel dinamizmde Rönesans, Reform hareketleri; düşüncenin özgürleşmesini, inancın bireyselleşmesini, insanların tüm faaliyetlerinde aklı merkeze almalarını sağlamıştır. Burjuvazi bu gelişmeleri meydana getiren güç olarak, siyasal iktidara ortak olmayı, liberalizmi, laikliği, temsili siyaseti ve eşitliği savunmuştur. Binaenaleyh burjuva nasyonalizmi de savunmuştur.
Avrupa’da XV. yüzyılda sanat alanında başlayan değişimler XVIII. yüzyılda bilim, din, felsefe alanlarında da değişmeler ve gelişmeler meydana getirmiştir. Bilimdeki gelişmelerden sonra geleneksel, batıl inançlar yerine özgürlükçü ve akıl merkezli bulgular benimsendi. Bu bilimsel gelişmelerle yaşanan Aydınlanma Çağı, beraberinde yeni buluşları da getirmişti. Bu buluşlarla makine gücünün insan hayatına girmesi Avrupa’yı hızlı yükselişe geçirmiş, tarımda demir-çelik kullanımı ve üretimin artık makine ile yapılmaya başlanması, özellikle buharın fabrikalara girişi neticesinde üretim eskisine göre oldukça artmıştı. Bu durum kırsalda yaşayan halkın, fabrikaların bulunduğu şehirlere göç etmesine ve işçi sınıfının oluşmasına vesile olmuştu. Üretimi hızlandıran araçların kullanımı yaygınlaşmış ve kapitalist sistem kendisini iyiden iyiye göstermeye başlamıştı. Üretilen malların satışı, iç pazarı aştığında yeni pazar arayışlarına girişilmiştir ve aynı zamanda hammadde ihtiyacının da karşılanması için emperyalizm yüzünü dış devletlere ki, özellikle bugünkü üçüncü dünya ülkelerine göstermeye başlamıştı. Devletler arası üretim ve pazar mücadeleleri de ortaya çıkmıştır. Bunların sonuçları olarak devletler arası bloklaşmalar ve dünya savaşları meydana gelmiştir.
Avrupa’nın fikirsel, sosyal, ekonomik ve sanayi durumunu genel hatlarıyla aktardık bu süreci çok iyi tanımladığını düşündüğümüz bir söz ile kapatacağız:
“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku. Aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı. Hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana. Sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece daha sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi.”[6]
[1] Fizyokrasi, insan toplumlarının tabii kanunla ya da doğal haklar ile yönetilmesi, tarım üretimi ise düşünce sistemlerinin merkezini oluşturur.
[2] Fizyokratlar kapitalistti teorisi için Bkz.: Oğuz Bal, “Ekonomik Sistem Olarak Kapitalizmin Evrimi Ve İstihdam”, Kocaeli 2011, s.4.
[3] Fernand Braudel, Kapitalizmin Kısa Tarihi, çev. İsmail Yerguz, İstanbul 2015, s.62.
[4] Weber’in tezi için bkz. Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, çev. Mehmet Ökten, Ankara 2014.
[5] Üçüncü sınıf hakkında detaylı bilgi için bkz. Emmanuel-Joseph Sieyes, Üçüncü Sınıf Nedir?, çev. İsmet Birkan, Ankara 2005.
[6] Charles Dickens, İki Şehrin Hikayesi, çev. Esen Rüzgar, Ankara 2012, s.5.
1 Yorum