Yeniden biçimlenmiş veya yeni nizam anlamına gelen Reform[1], Rönesans’ın içerisinde yer alan dinsel bir akımdır. Alman papaz Martin Luther’in (1483-1576), 1517 yılında Württemberg Kilise’sinin kapısına astığı, Katolik Kilisesi’ne karşı protestosundan dolayı Protestanlık adını alan bu akım, gerçekte ise genel düşünceyi dile getiriyordu. Katolik Kilisesi, Rönesans’ın getirdiği yeniden doğuş düşüncesine uymayacak kadar donmuş ve bozulmuştu. Hıristiyanlığın özüne dönülerek, skolastik eklentilerden kurtulmasını sağlamak hemen hemen tüm Hıristiyanların dileğiydi. Fransa’da Jean Calvin (1509-1564) ve İsviçre’de Huldrych Zwingli’nin (1484-1531) geliştirdiği Protestanlık daha sonra Calvinizm olarak İngiltere’ye girmiş Anglikanizm’i doğurmuştu.[2] Hıristiyanlıktaki bu ayrışmalar Avrupa’yı uzun yıllar sürecek olan bir karmaşaya, siyasi çekişmelere ve din savaşlarına sürükleyecekti. Fransa ve İtalya’nın başını çektiği Katolikler; İngiltere ve Almanya’nın başını çektiği Protestanlar yaşanan çatışmalar ve savaşlar, nihayetinde 1648’de Westphalia Barışı’yla son buldu ve bu çatışmalar sonrası ortaya çıkan şey ise, aralarında bir barışın mutlak olarak gerekli olduğuydu.[3] Her iki tarafın da kabul etmek zorunda olduğu şey, inancın tek başına temsil edilmesi artık tek bir Kilise otoritesinde olamayacağıydı. Dolayısıyla dini hoşgörü ortamı mecburiyeti kendisini göstermiş oldu. Bu dini hoşgörü ortamı XVIII. ve XIX. yüzyılda gelişerek liberalizm hareketine de kaynaklık etti. Anlaşılacağı gibi Reform hem siyasi hem de teolojikti: Papanın otoritesi reddedildi ve göklerin egemenliğini temsil ettiği otoritesinden dolayı aldığı haraca son verildi. Reformun gerçekleşmesinde İtalyanlar’a karşı duyulan ahlâki öfke fazlasıyla etkiliydi, fakat kötü olan bir yanı da bu öfkenin İtalya’nın uygarlık için yaptığı entelektüel birikimin de reddi olmasıydı.[4] Ancak hümanist Erasmus gibi başlangıcında Reform’a destek verenler Rönesans’ın getirileriyle dinsel düşüncenin otoritesini kırabilmişlerdi. Erasmus, dini inançların basitleştirilmesini ileri sürerken, sadece insanın ilahi iradeyi aracısız olarak kavrayabileceğine duyduğu güveni ifade ederek, Ortaçağ’ın dini yapı ve kurumlarının dünyevi işlevleri hakkında çağdaşlarından farklı eleştirel bir görüşü de dile getirmişti. Evrenin ve onun parçası olan insanın tabi olduğu genel yasaları araştıran Rönesans insanı, Reformla birlikte geçmişi ve var olan kapsayıcı ideolojileri dönüştürmeyi başarmıştı. Rönesans ile başlayan bireysellik, artık Reformla da teolojik alana girmeye başlamıştı. Hatırlanacak olursa hümanistlerin Ortaçağ’ı karanlık olarak nitelemelerinin sebeplerinden en önemlisi de, bireyselliği ve aklı baskılıyor olduğu iddiasıydı.[5] Reformun getirdiği bireysellik, Protestanlarda papaya olduğu kadar krala da boyun eğmeyi isteksiz hale getirmişti.[6]
Reformla birlikte kaldırılan ritüeller, papayla olan mücadelede yararlı oldukları halde, Katolik Kilise’sinin hâkim olduğu ülkelerde güçlü olduğu kadar, Protestan Kilise’lerinin hâkim olduğu ülkelerde güçlü olmasını engellemişti. Bu iki Kilise’nin din adamları aynı derecede bağnazdı, fakat kaldırılan dini ritüellerden dolayı Protestanlar diğerleri kadar güçlü değildi ve bu sebeple daha az zararlı oldular. Luther, bilimsel gelişmeler karşısında Katolik din adamlarından farklı tepkiler vermiyordu. Copernicus’un teorisini öğrendiğinde dehşete düştü ve: “…Akıllı görünmek isteyen herkes, elbette bütün sistemlerin en iyisi olan yeni bir sistem icat etmelidir. Bu ahmak, bütün astronomi bilimini tersine çevirmek istiyor…” şeklinde tepkisini gösterdi. Calvin ise: “Copernicus’un otoritesini, Kutsal Ruhun otoritesinin üstünde tutmaya kim cüret eder?” diyerek sesini yükseltti. Bağnazlık konusunda belirtildiği gibi bir fark yoktu buna rağmen Protestan ülkelerde bilim gelişmişti, sebebi güçsüz olmalarıyla birlikte bu bölünmeler ulusal kiliseler yarattı ve onlar da laik yönetimleri kontrol edebilecek güçte olamadılar.[7] Bunlarla birlikte din savaşları insanlarda bir tiksinti oluşturdu ve yetenekli insanların dikkati giderek laik eğitime, özellikle matematiğe ve bilime yöneldi. Luther dönemi felsefi olarak çorak olmasına rağmen sonrasında büyük bir kırılma yaşanması bu eğitim temelinden kaynaklıydı. Bu konuda en etkili olan ise Íñigo López de Loyola’nın (1491-1556) Cizvit Tarikatı’nı oluşturmasıydı. Loyola bir askerdi ve tarikatını da ona göre disiplinli bir şekilde kurdu. Teolojileri Protestanlarınınkinin tersiydi; Augustinus’un öğretilerini reddettiler, özgür iradeye inanarak kaderi de reddettiler. Onlara göre kurtuluş sadece imanla değil, hem imanla hem de amelleydi. Teoloji işin içine girmediğinde verdikleri eğitim dönemim en iyisiydi; Descartes onların eğitiminin bir ürünüydü.[8] İnsanlar arası eşitsizliğin tanrısal bir düzenin gereği olduğunu söyleyen Luther’in düşüncelerinin benimsenmesi, mevcut düzenin her bakımdan bu düşünceyle uygun olmasından kaynaklıydı. Onun hazırladığı İncil metni yeni temel kitap olarak dokunulmazlık ve yorumlanamazlık kazandı. Başlangıçta kilisesiz ve papazsız bir din anlayışı düşünülürken Katolik Kilisesi’nin yolundan gidilerek ayıklanan Aristotelesçilik geri getirildi. Luther’in, önceden şeytanın yatağı dediği akıl, yeniden tahtına oturmuştu fakat akıl ile Kutsal Kitap çatışırsa kitabın dediği olacaktı. Yeni ekonomik ilişkilerin meydana getirdiği Avrupa insanı artık dinsel insan olmaktan çıkarılarak birey olarak insan olmaya başladı.[9] Şu da belirtilmelidir ki, kıta Avrupa’sında Luther, Calvin ve Zwingli’nin öncülüğünü yaptıkları değişimlerin farklı bir versiyonu çok önceleri İngiltere’de John Wycliffe (1330-1384) tarafından başlatılmıştı. Wycliffe’in öncülüğünde İncil’in İngilizceye tercümesi 1382’de yapıldı. VIII. Henry’nin XVI. yüzyılın başında İngiltere’de oluşturduğu güçlü monarşi, dini ve sosyal açıdan kıta Avrupa’sından çok daha önce ve önemli reformları gerçekleştirmişti.[10] Reformcuların amacı, insanı birey olarak inançlı hale getirmekti. Hıristiyanların vicdan ve düşüncelerini papaların dogmatik boyunduruğundan kurtarmak ve bunu yaparken de resmi din anlayışına itaat sorununu gündeme getirmekti. Baskı gören dini azınlıklar, haklarının ve inanç özgürlüklerinin tanınmasını ve devletin inanç ve düşünce konusuna karışmamasını istiyorlardı. Bireyin Tanrı’nın sözlerini yorumlayabileceği kabul edildiğinde siyasal alandaki özgürlükleri de beraberinde gelecekti. Bu tarz düşünceler karşısında reformculardan Luther ve Calvin ise, otoriter ve totaliter görüşlere sahip olarak, ister iyi olsun isterse zorba olsun tüm yönetimlere mutlak itaat edilmesi gerektiğini savunuyorlardı. Bu düşüncenin temel kaygısı reformların ancak güçlü siyasal iktidarların desteğiyle yapılabileceğiydi. Luther ve Calvin’in bu düşünceleri “iradi kölelik”[11]ti. Fakat reform hareketi bu reformcularla sınırlı kalmadığı için zorba yönetimlere karşı direnme düşünceleri devam edecekti. Bu konuda Katolik ve Protestan yazarlar birleşmişlerdi. Tezlerini meşrulaştırdıkları şey ise, doğal hukuk doktriniydi. Buna göre emretme gücünün kökü Tanrı’dadır, fakat yeryüzünde iktidarın sahibi toplumdur ve toplum bu gücü kullanma yetkisini bir sözleşmeyle krala verir, denilmekteydi. Böylece birçok filozofun üzerinde durma gereği duyduğu temeli doğal durum olan toplumsal sözleşme teorileri ortaya çıkarılmıştı. Ortaçağ’da Hıristiyan birinin iki otorite karşısında bölünüyor olması artık ortadan kalkmıştı. Çünkü Luther, “Ben Papanın elinden kılıcını alıyorum, yoksa hükümdarın elinden değil” diyerek, iki kılıç düşüncesini yok ediyor ve tek kılıca indiriyordu.[12] Yaşanan bu gelişmeler feodaliteyi bertaraf eden ve Fransız monarşinin temel yapısını oluşturan, Jean Bodin’in (1530-1596) egemen-merkezi-ulusal devlet kuramını[13] da beraberinde getirmişti.
[1] Refromizm, politik değişmenin, toplumsal gelişme, kalkınma ya da ilerlemenin, devrimler yoluyla değil de reformlar yoluyla gerçekleştirilmesi gerektiğini savunan anlayış. bkz. Cevizci, a.g.e, s.371.
[2] Hançerlioğlu, a.g.e., s.169.
[3] Ahmet Erhan Şekerci, Aydınlanma ve Din, İstanbul 2015, s.20-21.
[4] Russell, a.g.e., s.63,65.
[5] İrem, a.g.m., s.137-138.
[6] Russell, a.g.e., s.64.
[7] Russell, a.g.e., s.64,72-73.
[8] Russell, a.g.e., s.65-66.
[9] Hançerlioğlu, a.g.e., s.169-170.
[10] Şekerci, a.g.e., s.28.
[11] Etienne de La Boétie’ye (1530-1563) göre, iradi kölelik, tüm bir toplumun, bir zorbanın zulmüne ses çıkartmadan kabul ettiği, anlaşılması zor, ama sıkça rastlanan bir durumdur. Bir toplum neden gönül rızasıyla zulme boyun eğer? sorusunun cevabı için, bkz. Göze, a.g.e., s.137-139.
[12] Göze, a.g.e., s.135-136.
[13] Jehan Bodin’in, Egemen-Merkezi-Ulusal Devlet kuramı için bkz. Göze, a.g.e., s.139-142.