Avrupalılar Yeni Dünya’yı keşfettikçe daha önceden farkında olmadıkları birçok şeyin farkına varıyorlardı. Yeni olan birçok şey beraberinde yeni problemler de getirmekteydi. Yapılan deniz aşırı yolculuklar Antikçağ’ın üstünlüğünü tehdit ediyordu. Basit denizciler, Yunanlı filozofların ve Kilise Babaları’nın tropikal bölgelerde yaşanmasının imkânsızlığı, okyanuslarda seyretmenin ve Cebelitarık’taki kayalıkların geçilmesinin olanaksızlığı konusunda söylediklerinin tam tersini görme olanağı bulmuşlardı. Yeni Dünya’da daha önce Yunanlılar’ın, Latinler’in ya da bu dünyanın insanının görmediği bitkiler ve hayvanlar vardı. Yeni Dünya’nın erkek ve kadınlarını, onların adetlerini detaylı olarak anlatan kitaplar yayımlandı. Kitabı Mukaddes’teki öykülerle, Yahudi-Hıristiyan dünyanın merkezinden uzak olan bu insanların yaşadığı gerçeğinin nasıl bağdaştırılacağı; Amerika’daki yerli halkın bir zamanlar medeni olan ırklarının barbarlara dönüşmüş torunları mı olduğu; dünyanın farklı yerlerinde yaşayanların farklı ırk ve halkların farklı kökenlere mi sahip olduğu; tüm insanların doğrudan Adem’in torunu olduğunun nasıl açıklanacağı; büyük tufanın nasıl gerçekleştiği vb. birçok soru sorulmaya başlandı.[1] Yeni Dünya ile gelen sorular Kitabı Mukaddes’in cevaplandırmakta zorlandığı sorular oldu. Başka yaşam biçimlerinin tarih sahnesine henüz çıkmamış olsalar da var oldukları anlaşıldı.[2] Tartışmalardan birisi de canlıların tek atadan mı yoksa farklı atalardan mı çoğaldıklarıydı. Giordano Bruno, Yeni Dünyada insan ve hayvanların bulunmasının bir sorun olmadığını ve her toprağın kendisine özgü canlılar ürettiğini gösterdiğini düşünüyordu. Amerika’daki halkın Adem’den türediğini varsaymanın doğru olmadığını öne sürdü ve “hatta, tüm dünyada yaşayan kurtların, aslanların ve öküzlerin atası tek bir kurt, aslan ya da öküz bulunmaz, farklı topraklar kendi türlerini üretir” diye vurguladı.[3] Avrupalılar başka bir şeyin daha farkına varmışlardı; bir yazar Kızılderililer hakkında şunları yazıyordu: “İnsanları kurnazlık ve hainlikten uzak, nazik, sevgi dolu ve sadık bulduk. Sanki Altın Çağ’da yaşanıldığı gibi yaşıyorlardı.” Onlar için doğal bir dinin ışığında ahlâki bir hayat süren “soylu vahşi” kavramı ileri sürüldü. İlk günah sanki onlara bulaşmamış gibiydi. Bu dinlerin klasik mitoloji ve Yahudi-Hıristiyan geleneğinin eski mesellerine olan tuhaf benzerliği, Avrupalıların zihnindeki dinin tek ve tanrısal niteliği konusundaki algıda şüphe uyandırmıştı. Bu durum ilerleyen dönemlerde Descartes gibi düşünürlerin, hakikati bulmada insan aklının dini desteğe ihtiyacı olmadığı görüşünü bildirmesine neden olacaktı.[4]
Avrupa Rönesans’ı yaşarken Yeni Dünya yerlilerine bu Rönesans’ın pek faydası dokunmamıştı. Özellikle İspanyol işgalciler yerlilere ne Platon’u ne Aristoteles’i ne Yunancayı ne de Latinceyi daha ilginci ise, İncil’i dahi öğretecek zaman bulamadılar. Çok kısa sürede üç uygarlık ve yüzlerce kabile yok edildi. Avrupa Ortaçağ’dan çıkmış Rönesans’ın nimetlerinden faydalanırken Yeni Dünya’ya Ortaçağ’ı yaşatıyordu. Bu durumun farkında olan ve bundan rahatsızlık duyan çok az sayıda entelektüel bu çelişik duruma karşıydı.[5] Bazıları yeni dünya halklarının insani niteliğe sahip olmadıklarını savunacaktı: “Onlar, devler, cüceler ve periler gibi ruhları dışında tıpkı insana benzerler. Kralları olan arılar ve liderleri olan yaban ördekleri gibi, insanların yasalarıyla yaşamaz kendi kalıtsal doğalarını izlerler.” Bazıları ise, onları her türden menfur rezaleti yapabilecek olan bir alt tür olarak tasvir ediyordu. Bu Avrupalılar gibi düşünmeyen Michel de Montaigne (1533-1592), “Avrupalı olmayan halkları yargılarken Avrupalıların ya da Hıristiyanların bakış açısını benimsemek ne mümkün ne de adildir. İnsanlık kendisini sonsuz bir çeşitlilik içinde gösterir ve her bir topluluk diğerinin medeni olmadığı iddiasında bulunur.” diyerek konuya gerçekçi yaklaşmıştır.[6] Bu tartışmalar Avrupalıların temel bir sorunla yüzleşmesini sağladı. -Yerlileri insan türüne koşulsuz olarak dahil etmek mümkün müydü?- Eğer insan değillerse ne kültürleri ne dilleri ne de ne yiyip içtikleri önemli değildi. Fakat insanlarsa, XV. yüzyılın sonunda Avrupalılar için en azından düşünce düzeyinde savunulan değerler onlara da atfedilmeliydi. Bu kriz süreci insan hakları tasarımı için uygun bir düşünsel zemini ortaya çıkartmıştı. Bu dönemde yerliler işgal altındayken onlar için Francisco de Vitoria (1492-1546), hukuk kuramı oluşturmaya çalışmıştı. Tabii insan haklarına gidilecek yol sonraki yüzyıllarda ortaya çıkacaktı.[7]
[1] Rossi, a.g.e., s.63-64.
[2] Çotuksöken, a.g.s., s.192.
[3] Rossi, a.g.e., s.65.
[4] Kıllıoğlu, a.g.m., s.343.
[5] Albayrak-Deveci, a.g.m., s.255.
[6] Rossi, a.g.e., s.65.
[7] Albayrak-Deveci, a.g.m., s.256.